Bir gün bahçede geziniyordum. Elma ağacının bir dalı, öyle meyve vermiş ki; dal, meyvelerin ağırlığından eğilmiş. O sırada hafif bir rüzgâr çıktı. Dal sallanırken, anladım ki kırılacak. Elbette ki, ağacın, meyvenin aklı şuuru yok. Rezzak-ı Kerim olan Allah "Meyveni ver!" diye emretmiş, o da meyve ile dolmuş. Bu manzara karşısında çok duygulandım. Çünkü bu dal, meyvelerine kurban olacaktı.
Bahçıvan, elma yüklü dalın altına bir payanda koydu. Hey ya Rabbi, şu hale bak! Kuru bir dal, meyve yüklü dala destek oldu. İkisi de kıymetlendi. İkisi de ayakta durma şansına sahip oldu. İnanıyorum ki; o payanda, meyve yüklü dalla övündü ve sevindi. Her ikisinin birden dayanağı arttı.

Sadece elmanın dalı mı böyle? Allah bir kanun koyar, o kanunu insanda, hayvanda, ağaçta, çiçekte uygular. Bu sebeple, canlılar arasında benzerlikler çoktur. Her meyve yüklü dal, beni duygulandırır. Onu hayran hayran seyrederim.

İnsan da aciz bir varlıktır. Çeşitli şeylerden destek almak zorundadır ki, dayanağı artsın. Cebinde para olanın durumu farklıdır, yeri yurdu olanın durumu farklıdır. Herkesin mutlaka bir dayanağı vardır, bir dayanağa ihtiyacı vardır.

Hastanede yatarken çok ibretli manzaralarla karşılaştım.

Doktor geldi, hepimizi muayene ediyor. Yaşlı bir kadın, "Rica ederim doktor bey, beni tedavi etmeyin." diye yalvarmaya başladı. Hepimiz dikkat kesildik. Kadın devam etti: "Mümkünse beni öldürünüz." Doktor bunun sebebini sordu. Dedi ki: "Doktor bey, ben iyileştiğimde nereye gideceğim? Benim kimsem yok, beni huzur evine bırakacaklar. Onun için ben ölmek istiyorum. Mezardan daha huzurlu bir ev bilmiyorum."

O kadının birdenbire çöktüğünü, solduğunu gördüm. Kati kanaatim var ki; onun bir yakını gelseydi, "Sen benim akrabamsın, benim evimde yaşayacaksın." deseydi o kadın iyileşirdi.

Alvarlı Hacı Mehmet Efendi'yi Erzurum'da evinde ziyaret ettim. Rahlenin üzerinde bir yastık vardı, başını o yastığa koyarak dinlenirdi. Ziyarete giderken içimden şöyle düşündüm. Bu, meşayıhtan mübarek bir insan. İnşallah bana bir şeyler anlatır da dinlerim. Huzuruna varınca buyurdu ki: "Samanlıkta saman dolu. İki öküz kapıdan içeriye başını uzatmış, saman yiyorlar. Üçüncü öküz de dışarıda bekliyor. O saman yiyen öküzler, biz epeyce karnımızı doyurduk, biraz geri çekilelim de şu dışarıdaki öküz de azıcık yesin, demezler. Çünkü onlar hayvandır."

Sosyalizmin yaygın olduğu 1940'lı yıllarda, Mehmet Efendi'nin bu misali beni bir hayli sarsmıştı. İslamiyet'in olduğu yerde sosyalizme gerek yoktur. Müslümanların birbirine yardımcı olması, dinin bir gereğidir. İnsanların birbirine yardım etmesi kadar yardım edenleri pişman etmemek de önemli bir esastır.

Çok etkilendiğim bir Arap hikâyesi şöyledir:

Arap'ın biri kum rengi atına biner, çölde koştururmuş. At, renginden dolayı çölde fark edilmediği için sahibi uçuyor zannedilirmiş. İnsanlar onu seyretmeye çıkarmış. Oradaki zenginlerden biri, ata sahip olmayı kafasına koymuş ve bir tuzak kurmuş.

Çölde başına elbisesini çekip oturmuş. Bedevi, çölde at sürerken oturan yalnız adamı görmüş ve yardım etmek niyetiyle atının terkisine almış. İkisi beraber giderken, arkadaki hain, atın sahibini aşağıya itmiş. Yere düşen adam, arkasından şu ibretli cümleyle seslenmiş: "Git, amma sakın bunu insanlara anlatma. Zira çölde kalanlara kimse yardım etmez artık!" Böyle kötülükler belki birkaç defa olur ama bu olayları duyan binlerce kişi yardım etmekten kaçınır.

İslamiyet'te malın muhafazası farz olduğu gibi malın bir kısmıyla hayır yapmak da farzdır. Bu da bir bakıma malı korumaktır.

Rahmetli Mahir İz Hocamız derdi ki: "Maddi durumu yerinde olanlar, aldığı her eşyanın kırkta birini sadaka vermeli. Mesela bir milyara koltuk takımı alan kimsenin yirmi beş milyon sadaka vermesi lazım..." Yine derdi ki: "Çarşıdan, pazardan bir torba veya bir sepet yiyecek aldınız. Bunu elinizde taşımayın. Bir hamala verin. O da birkaç kuruş kazansın."

Sahabelerden Mekke'den Medine'ye gelenlere muhacir, muhacirlerle bütün varlıklarını paylaşan Medineli Müslümanlara da ensar denmiştir. Ensar öyle fedakârane gayret etmiştir ki; kısa zaman içinde muhacirlerden fakir bir tek kişi kalmamıştır. Sahip oldukları bütün varlıklarını bölüşmüşlerdir. Böylece, sahabenin çektiği sıkıntılar azalmış, İslam güçlenmiştir.

İslamiyet, fakiri bulunmayan bir milleti hedefler.


A L I N T I D I R
05.12.2009 Ömer OKÇU
ULUSAL GAZETE